Milliyetçilik, bu topraklarda uzun süre kimin daha çok “biz” olduğunu ispat etme yarışına döndü. 
Birlik, beraberlik, kardeşlik... Hepsi güzel kelimeler ama ne yazık ki çoğu zaman sadece nutukların süsü oldular. 
Çünkü Türkiye'de milliyetçilik, çoğu zaman bir kimliği yüceltirken diğerini bastırmanın adı oldu. 
Özellikle de Kürtler bu hikâyenin en çok dışlanan kahramanlarıydı. Kahraman diyorum, çünkü ne olursa olsun bu ülkede var kalmayı, barış istemeyi seçtiler.
**
Bugün dönüp baktığımızda, geçmişte birbirine “hain” diyenler, şimdi el ele fotoğraf karelerinde. 
Dün Meclis kürsüsünden birbirine öfke kusanlar, bugün aynı masada menüden “barış” seçiyor. 
Sormazlar mı adama: Ne değişti? Hangi yara sarıldı da böyle gülümsüyorsunuz?
Barış güzeldir. Buna kim karşı çıkabilir? Ama barış, sadece gülümseyen fotoğraflardan, siyasi hesaplardan ibaret olursa, adı barış olur, kendisi dekor olur. 
Gerçek barış; yaraları görmekle, onları itiraf etmekle, “Dün ne yaptık, şimdi ne diyoruz?” demekle başlar. 
Ama bu soruları kimse sormuyor. Çünkü cevaplar, seçim öncesi vaatlere uymuyor.
***
Barış bir gün değil, bir ömür sürmeli. Ve bu ömrü, sadece liderler değil, halk belirlemeli. 
Sokaktaki işçi, üniversitedeki genç, tarladaki kadın, o barışın ne anlama geldiğini yaşayarak bilmeli. 
Kimse kimliğinden utanmamalı, kimse “Ben kimim?” diye korkmamalı. 
Milliyetçilik dediğin, bir kimliği yüceltmek değil, tüm kimlikleri onurlu bir zeminde yaşatmaktır.
Evet, biz barışa karşı değiliz. Aksine, en çok biz istiyoruz barışı. 
Ama samimi olanını. Oynanmamışını. Unutulmamışını. Masaya gelen değil, yüreğe inen bir barış...
Türkiye’nin milliyetçisi nasıl olmalı? Halkı kucaklayan, ötekileştirmeyen, tarihiyle yüzleşebilen bir milliyetçilik. Eğer böyle bir milliyetçilikle barış kurulacaksa, işte o zaman gerçek bir gelecekten söz edebiliriz.
Ama önce soralım: Barış mı geliyor, yoksa yeni bir seçim makyajı mı yapılıyor?