Sislerin Ardında Bir 10 Kasım

Abone Ol

Sabahın ilk ışıkları değil, kuzine sobanın kül demirinin çekilmesiyle çıkan o metalik ses uyandırmıştı beni.

Küçücük, ahşap bir Karadeniz evinin içinde, sobanın üzerinde kara bir kazan kaynıyor; annem içine doğradığı karalahanalara mısır unu ve patates ekliyordu. Dışarıda sis, içerde buhar… İkisinin arasında geçen bir çocukluk.

Odamız bir yaşam alanıydı aslında; hem yatak odası, hem mutfak, hem de hayatın bütün telaşı oraya sığmıştı. Altta inekler, üstte biz. Sobanın çıtırtısı, annemin sesi ve ineklerin alt kattan gelen homurtusu birbirine karışıyordu.

O gün, bu seslerin arasına bir tarih karışmıştı: 10 Kasım 1985, Pazar.

Köyümüz, Ordu’nun Gölköy ilçesine bağlı Karahasan Seyit köyüydü.

Sis, her zamanki gibi dağların arasında sıkışmış, köyü yutmuştu.

Pencereye doğru eğildiğimde üç metre ötedeki ambarı bile seçemiyordum.

Annem, “İnekleri bugün ormana götürme, sis çok. Bahçede otlasınlar,” dedi.

Oysa o gün kasabada pazar vardı. Diğer bazı çocuklar gibi gitmek istiyordum ama olmadı.

Karadeniz’de çocuk olmak, hiçbir zaman sadece çocuk olmak değildi.

Annem, sobanın üzerindeki kara kazandaki karışımı eline aldı. Bu, her sabah hayvanlara verilen özel karışımdı; karalahana sapı, patates ve mısır unuyla yapılırdı. Hayvanlar otlamaya gitmeden önce içleri ısınsın diye verirdik onlara — bir tür sabah atıştırmalığıydı.

Annem, kazandaki sıcacık karışımı tahtadan teknelere pay etti, ben de hayvanların önüne koydum.

O buhar tüterken dışarıda sis, içeride sevgi vardı.

Sonra sobanın kenarından biraz sıcak su aldım, yüzümü yıkadım.

Mısır ekmeği, haşlanmış patates ve eski bir ispirto şişesine doldurulmuş ayranı çantama koydum. Kara lastiklerimi giydim, sopamı elime aldım.

Sis öyle yoğundu ki, adımlarımın bile sesini duyamıyordum. Yine de yürüdüm; çünkü görevdi bu.

Karadeniz’de bazen oyun bile görevle başlardı; çocukluk bile sorumlulukla sınanırdı.

Bahçeye vardığımda hayvanlar nemli otlara yöneldi. Ben ise bir kenara oturdum.

Yaşım küçüktü ama içimde büyük bir isyan vardı:

“Niye hep ben? Niye hep bu kadar zor?” diye söylendim kendi kendime.

Cebimden o sabah kopardığım takvim yaprağını çıkardım. Üzerinde 10 Kasım 1985 – Pazar yazıyordu.

Arkasını çevirdim; Atatürk’ün hayatından kısa bir kesit anlatılıyordu.

Okudukça içimde bir şeyler değişti.

O, bir ulusun kaderini omuzlamıştı. Açlıkla, yoksullukla, savaşla yoğrulmuştu.

Ben ise sisli bir sabahı zor bulduğum için şikâyet ediyordum.

O an utandım. Gerçek bir mücadele neydi, o küçücük takvim yaprağından öğrendim.

Ben, sisli bir bahçede birkaç ineği otlatmaktan yakınırken; o, yokluk içinde bir milleti ayağa kaldırmıştı.

Ben soğuğa kızarken; o, donmuş cephelerde bağımsızlık için yürüyordu.

Ben yalnız olduğumu sanırken; o, bütün bir ulusun yükünü tek başına taşıyordu.

O gün anladım: Görevden kaçılmaz.

Küçük ya da büyük, insanın omzuna düşen sorumluluk, onun kim olduğunu belirler.

Karadenizli olmak da, insan olmak da, Atatürk’ün öğrettiği gibi “vazifeni bilmek”tir.

Yıllar geçti. O sisli sabahı hâlâ unutmam.

Kuzine sobanın sıcaklığı, karalahananın kokusu, annemin sesi ve o sabahın sessizliği…

Ve cebimdeki yırtık takvim yaprağında yazılı o tarih: 10 Kasım.

Bugün, o çocuk hâlimle aynı şeyi hissediyorum:

Atatürk ölmedi.

O sisin içinde hâlâ onun ışığı var.

Her nefeste, her sorumlulukta, her çocuğun kalbinde yaşıyor.

İyi ki varsın, mavi gözlü dev adam…

Ve iyi ki, o sabah sisin içinden doğan ışığınla hâlâ yolumuzu aydınlatıyorsun.