İnanmak, insanın içindeki en büyük enerji kaynağıdır. Ama bu enerji, bazen zincire dönüşür. Tarih boyunca insanlar, “inanmak” ile “kabul etmek” arasındaki çizgiyi sık sık karıştırdı. İnandıkları şeylere öylesine sarıldılar ki, değişimin kapısını kapattılar. Oysa değişim, doğanın en temel yasasıdır — tıpkı fizik gibi, tıpkı evrenin kendisi gibi.

Bir zamanlar dünya düzdü. En azından çoğu insan öyle inanıyordu. Bu inanç, o kadar güçlü bir tabu hâline geldi ki, tersini söyleyenler yakıldı. Ama sonra biri çıktı: Galileo. Teleskobunu gökyüzüne çevirdi ve gördüklerini saklamadı. Evrenin merkezinde Dünya değil, Güneş vardı. Birkaç yüzyıl sonra herkes onun haklı olduğunu kabul etti ama o zamana kadar Galileo, “inanmamanın bedelini” ödedi.

Değişim, her zaman bir bedel ister.

Fizikte “eylemsizlik” diye bir kavram vardır. Bir cisim, üzerine dışarıdan bir kuvvet uygulanmadıkça, olduğu durumda kalır. Aslında toplumlar da böyledir. Yüzyıllarca aynı düşünce biçiminde kalabilirler. Ancak biri gelir, o sisteme küçük bir kuvvet uygular; bir fikir, bir keşif, bir isyan… Ve her şey hareket eder. İnsanlık tarihi, bu “kuvvet uygulayan” insanların hikâyesidir. Newton’un yasaları sadece gezegenleri değil, insan doğasını da anlatır aslında.

Tarihte de, toplumlar inançlarını sorgulayanlara önce taş attı, sonra heykel dikti. Martin Luther, matbaayla İncil’i halka ulaştırdığında kilise düzeni sarsıldı. Kadınların oy hakkı istendiğinde “düzen bozulacak” dendi. Ama hiçbir düzen, değişimden kaçarak kalıcı olmadı. Çünkü inanmak, kör bir teslimiyet değil; sorgulamakla, denemekle, yanılmakla anlam kazanır.

Bugün ise tabular, artık sadece din ya da siyaset alanında değil; günlük hayatımızda, işimizde, ilişkilerimizde yaşıyor. “Bu iş olmaz”, “böyle gelmiş böyle gider” cümleleri modern çağın zincirleri.

Oysa bir kuantum parçacığı bile, aynı anda hem dalga hem tanecik olabiliyorsa, insan da aynı anda hem inanan hem sorgulayan olabilir. Değişim, bir çelişki değil; bir denge sanatıdır.

Belki de mesele, inançlarımızdan vazgeçmek değil; onları dönüştürebilmekte. Çünkü her çağın “düz dünya”sı farklıdır, ama her çağın Galileo’su da vardır.

Önemli olan, hangi tarafta durduğumuzdur.