Derinden bir ses beni çağırıyordu.
“Yusuf! Yusuf! Kalk oğlum! Ömer seni çağırıyo.”
Meğer uyku ne kadar tatlıymış. İçimden bir türlü kalkmak gelmiyordu. Keşke Ömer biraz sonra gelseydi. Bu kadar tatlı uykuyu bırakıp ta nasıl gelebilmişti. Hâlbuki akşamüstü Ömer’le sözleştiğimizde ne kadar da heyecanlanmıştım. Artık ben de çalışıp para kazanacaktım. Kendime iskarpin alacaktım. Bir anda birilerinin beni çok incitmiş olan “Bu ayaklarının pasağı ne! Niye çoraplarını giymedin?” sözü aklıma geldi. Hemen yataktan fırladım. Kapıdan Ömer’in sesi geliyordu.
“Hadi la, gelmiyosan ben gidiyom.” dedi. Ben de:
“Geliyom, geliyom. Anne, azığımı hazırladın mı? İş elbisesini de koy. dedim. Annem:
“İki domatisinen çokelikli dürüm kodum.” dedi.
Azığımı ve eski bir pantolonumu fileye koydum. Tam kapıdan çıkarken Ömer:
“Yol parası aldın mı?” diye sordu. Ben de:
“Yok almadım, kaça gotürüyolar?” dedim. O da:
“Elli kuruş alsan yeter. Geliş parasını aşam paturondan alın.” dedi.
Annemden elli kuruş aldım. Ömer’le yola koyulduk. Ömer, komşumuz Emiş (Emine) abanın oğludur. Esmer, kıvırcık saçlı, kaşları gür ve bitişik, yaşı benden büyük, boyu da benden uzundu. Ömer, bu yıl orta ikiye gidecek. Ben de ilkokul dörde geçmiştim. Ömer, beni diğer çocuklardan hep korurdu. Karanlıkta bir süre konuşmadan yürüdük. Dispanserin önüne geldiğimizde, sabah ezanı okunmaya başladı. Ortalıkta kimseler yoktu. İlk defa çalışmaya gidiyordum. Bir gün önce Ömer’le yapacağımız iş hakkında uzun uzun konuşmuştuk. Ömer, daha önce orada çalışmıştı. Ömer’in anlattıklarını hayalimde canlandırmaya çalışıyor, zevkli bir gün geçireceğime inanıyordum. Arabaya bineceğimiz yer olan Cumhuriyet İlkokulunun önüne geldiğimizde, üç kişi aralarında konuşuyordu. Ömer onları tanıyor olacak ki, selamlaşıp şakalaştılar. Bu arada içlerinden biri beni göstererek:
“Bu da mı çalışacak?”
“Hee, bizim mahallede oturuyo. Semer çeker.”
“Olum, bu semeri kaldıramaz ki, tuğlayı götürsün.”
“Neyi kaldıramıyo la, senden iyi çalışır.”
Karanlığın içinde ellerinde filelerle birkaç kişi daha belirdi. Beş dakika geçmeden çoğu çocuk yaşta, işçi kalabalığı oluşmuştu. Çocukların gözlerinden hala uyku akıyordu. Çok geçmeden üstü açık bir kamyon geldi. Bizden büyük olanlar hemen kasadan tutunarak kamyona atladılar. Ömer de beni kamyona kaldırdı. Kamyona yirmi yirmi beş kişi bindik. Muavin bizden ellişer kuruş yol parası topladı. Kamyon tuğla ocağının bulunduğu köye doğru hareket etti. Köy, şehrin doğusunda ve şehre on bir kilometre uzaklıktaydı. Hava aydınlanmaya başlamıştı. Kamyonda bir gün önce tuğla taşınmış olacak ki, yolda giderken kasanın içinden havalanan toz gözlerimize doluyordu. Yaz mevsimi olmasına rağmen sabahın serinliği üşütmüştü bizleri. Herkes ısınmak için birbirine sokulmuştu. Yaklaşık yirmi dakika sonra kamyon durdu. Köyün girişinde ilk tuğla ocağıydı burası. Kamyondan birkaç kişi burada indi. Yakında iki tuğla ocağı daha görülüyordu. Erken gelenler çalışmaya başlamışlardı bile. Sonra kamyon tekrar hareket etti. Köyün içinden geçip Alaca yolu ayırımındaki taş köprünün yakınında durdu. Muavin:
“Atlayın bakıyım, son durak.” dedi.
Burada yolun iki tarafında tuğla ocakları vardı. Herkes değişik ocaklara dağıldı. Biz de Ömer’le birlikte “Kör Kemal” denen birinin ocağında çalışacaktık. Ocağa vardığımızda kalıpçılar çoktan işe başlamışlardı bile. Ömer beni patronun yanına götürdü. Patron, sarışın, orta yaşlı, asık suratlı biriydi. Fakat kör değildi. Niye “Kör Kemal” diyorlardı. Ömer Patrona:
“Kemal ağa, Yusuf da burda çalışacak.” Kemal ağa bana dönerek:
“Tuğla ocağında heç çalıştın mı?”
“Yok, ilk defa çalışacam.” Kemal ağa Ömer’e dönerek:
“Olum, bu daha guccük, çalşabilecek mi?”
“Çalışır patron. Semer çeker. Ne yeymiye verecan?”
“Hele bi çalışsın da, aşemleyin yeymiyesini söylerim. Hadi gidin soyunun.”
İş elbiselerimizi giymek için Keliğe1 gittik. Burada işçiler üstlerini değiştiriyor; azıklarını buraya koyuyorlardı.
Üzerimizi değiştirdik. Ömer orada tahtadan yapılmış iki tarafında kayış takılı bir semer buldu ve sırtına taktı. Bu arada kendi kendine: “Ulan iyi semerleri seçmişler. Hep kötüleri kalmış. Yusuf, bi dene de sen al” dedi. Ben de oradan kenarlarında ip takılı bir semer seçtim. Ömer’in sırtına taktığı gibi takmaya çalıştım. Ömer: “Olum, bu ipli semeri çıkar. İpler omuzlarını kerter. Şu gayışli olanı al.” dedi. Kayışlı semeri sırtıma taktı. Semer öyle uzundu ki, yürürken baldırıma değiyordu. Küçük semerleri diğer çocuklar almış, geriye büyük semerler kalmıştı. Ömer’le tuğla çekilen istifin yanına gittik. Sağlı-sollu iki kişi tuğla yüklüyor, diğerleri de sırtlarında semerlerle tuğla çekiyorlardı. Ömer, yükleyicilerden birine:
“Bu yeni geldi. Buna az yükle!” diye tembihledi. Yükleyici sırtıma altı tuğla yükledi. O kadar ağır değildi. Tuğlaları koşarak ocağa götürdüm. Orada bir kişi sırtımızdan tuğlaları alıp ocağa vuruyordu. Diğer bir kişi de elinde keser, kaba kömür keseklerini eziyordu. Bunun işi daha kolaydı. Ben koşarak gidip geliyordum. Yükleyici bizden büyük olanlara bazen tüm semer boyu bazen de çift sıra yüklüyordu. Patrona iyi çalıştığımı gösterebilmek için hızlı hızlı gidiyor, önümdekileri geçiyordum. Ama bu arada acıkmaya da başlamıştım. Aç karnına işe başlamıştık. Ömer’e ne zaman yemek yiyeceğimizi sordum. O da saat dokuzda yarım saat yemek molası verileceğini söyledi. Aklım yemek arasına takılmıştı. Semer çeken on kişiydik. Katın dörtte üçü tamamlanmıştı. Patron Kör Kemal: Hadin goçlarım, şu gatı tamamlayın, yemek arası vereciyik. Bunun üzerine yükleyiciler daha fazla yüklemeye, semerciler de daha çabuk gidip gelmeye başladı. Bana da sekiz tuğla yüklüyorlardı. Yüküm bana git gide ağır gelmeye başladı. Yine de bu durumu kimseye belli etmemeye çalışıyordum. Ömer’e çift sıra yüklemişlerdi. Bacakları gerilmiş, boynu öne doğru uzamıştı. Bereket versin, ocak fazla yükselmemiş, kalas da fazla dik değildi. Yoksa bu kadar yükle nasıl çıkılırdı. Çok geçmeden kat tamamlandı. Derin bir nefes alarak, sırtımızdan semerleri fırlatıp keliğe koşuştuk. Ömer’le azığımızı aldık. Az ilerdeki özün kıyısında bir ağacın gölgesine oturduk. Annem iki çökelikli dürüm, iki de domatis koymuş azığıma. Ömer’in azzığında da omaçlı dürüm vardı. Dürümlerimizi bölüştük, yanında da birer domatisle karnımızı doyurduk. Yan tarafta da çamurcular yemek yiyordu. Çamurcuların testisinden üzerine birer de su içtik. Sonra ben güneşli bir yere sırtüstü uzandım. Bayağı yorulmuştum. Tam dalmak üzereydim ki, bir bağrıltıyla irkildim. “Hadin bakıyım, işbaşı!” Bu patronumuz Kör Kemal’di. Ne vardı sanki, beş dakika daha dinlenseydik. Şimdiye kadar hiç böyle yorulmamıştım. Ayağa kalktım, yürümekte zorlanıyordum. Sanki ayaklarımda bir ağırlık bağlıydı. Neyse, tekrar semerlerimizi takıp işe koyulduk. Sabahki kadar iştahlı gidip gelemiyordum. Acaba akşam olacak mıydı? Sabahki hızım yoktu. Artık gözümü öğle istirahatına dikmiştim. Ama her şeye rağmen çalışamıyo görüntüsü vermemeliydim. Vakit çok ağır ilerliyordu. O arada çocuklardan birisi semerini çıkardı.
1 Üzeri kamış veya dal parçalarıyla örtülmüş, bir tarafı toprağın içine gömülü kulübe.
“Ben işemiye gidiyom” diyerek öze doğru gitti.
Aklıma bunun dinlenmek için iyi bir yol olduğu geldi. Ama o çocuk gelmeden gidemezdim. Bunun üzerine üç dört sefer daha yaptım. Gözüm öyle çocuğu arıyordu. Gelse de ben de işemiye gitme bahanesiyle biraz dinlenseydim. Nihayet çocuk dereden çıkmış geliyordu. Bir başkası daha gitmeden hemen gitmeliydim. Çocuk semerini giyer giymez ben semeri çıkarıp öze gittim. Kimse görmemesi için kuytu bir yer seçtim. Biraz dinlenebilecektim. Ne var ki, içim rahat değildi. İşem de yoktu. Pantolonumu çıkarıp işiyormuş gibi yaptım. Omuzlarım biraz rahatlamıştı. İçimdeki huzursuzluk bir türlü rahat vermiyordu. Yakında bir hışırtı duydum ve hemen kalkıp pantolonumu çektim. Hışırtının sebebi iri yarı boz bir köpekti. Hemen dönüp semeri koyduğum yerden aldım. Tuğla ocağında çalışmak hiç de tahmin ettiğim kadar zevkli değildi. Çamurcular ve kalıp kesiciler dışında çalışanları çocuklar ve gençler oluşturuyordu. Güneş de yakıcı ışıklarını hep benim üzerime gönderiyordu sanki. Diğer çocuklar da yorulmuş olacaklar ki, gidiş gelişlerdeki tempo iyice yavaşlamıştı. Fırının üzerinden gelen bir sesle tekrar canlandık.
“Herkes beşer sefer getirsin öylen yemeği yiyeciyik.” Bu, patronumuz Kör Kemal idi. Her halde sağ gözünü biraz büzerek baktığı için “Kör Kemal” demişlerdi. Yoksa kör falan değildi. Öylen yemeğini yine öz kıyısında yedik. Az ilerde bir göl vardı. Çocuklar öylen yemeğinden sonra burada çimiyorlardı. Komşu tuğla ocağının işçileri de buraya gelmişlerdi. Ömer, bana dönerek:
“Biz de çimek mi? İnsan bi ferahlıyo ki, tüm yorgunluğun gidiyo.”
Öyle yorulmuştum ki, oturduğum yerden oraya gitmeyi gözüm kesmedi.
“Yok, ben yatacaam.” dedim.
“İyi, ben gidiyom.” dedi ve çimmiye gitti. Öylen istirati bir saatti. Rahatça dinlenebilirdim. Olduğum yere uzandım. Bacaklarım öyle yorulmuş ki, ateş gibi yanıyordu. Yerin serinliği ilaç gibi geliyordu. Uyumuşum. Birinin dürtüklemesiyle uyandım. Ömer’di bu.
“Hadisene lan. Herkes gitti. Paturon kızar şimdi.”
Ne kadar kötü bi şeydi çalışmak. Arkadaşlarım, Faruk, Mustafa, Eşref ne güzel bilya oynuyorlardır şimdi. Gelmesem miydi acaba! Yeniden semerleri takınıp gidip gelmeye başladık. Ocak yarıyı geçmiş, Ocağa çıktığımız kalas da dikleşmeye başlamıştı. Ara sıra Ömer hatırımı soruyor, ben de hiç bozuntuya vermiyordum. Halbu ki, her tarafım sızlıyordu. O arada “Tertip” lakabıyla anılan Fırın vurucu (asıl adı Yusuf) çalışanlara:
“Arkadaşlar, beş gat gabala aldık. Erken bitirip gidek. Ne diyonuz?” diye seslendi. Çalışanlardan bazıları:
“Beş gat çok, bitiremek.” derken, bazıları da:
“Tamam, ikişer sıra götürür, erken giderik.” diye yandaş bulmaya çalışıyordu. Sonunda, kabalada uzlaşıldı. Bu yorgunluğun üstüne de hiç çekilmezdi. Ama erken bitirme hevesiyle, yeniden bir canlanma başladı. Yetişen yetişene tepik vuruyor, götürülen tuğla sayısı artıyordu. Bu arada arkadan tepik yiyen bir çocuk, geri dönüp karşılık vermek isterken, tuğlalar semerden yere döküldü ve birkaç tanesi kırıldı. Öteki çocuk da sakınırken tuğlaları döküldü. Bunu gören patron:
“Ulan it dölleri, tuğlaları haşat ettiniz. Bırakın lan, kabalayı mabalayı, doğru çalışmanıza bakın.” Bunca koşturma, fazla tuğla taşıma boşa gitmişti. Herkes kendi kendine homurdanıyor, kabahati kavga eden çocuklara buluyordu. Tempo birden düştü. Taşınan tuğla sayısı tekrar azaldı. Saat beşe kadar böyle devam etti. Vakit tamam olduğunda, semerleri aldığımız yere, Keliğe götürüp orada üzerlerimizi değiştik. Ya rabbim! Ne kadar uzun bir gündü. Bana hiç akşam olmayacakmış gibi gelmişti. Ömer’le patronun yanına gittik. Kemal ağa herkesin ismini puantaj defterine yazıyordu. Sıra bana geldi. Bana:
“Yarin de gelecan mı?” diye sordu.
O an için hiç düşünmeden “evet “ dedim. Ama hiç sanmıyordum. Adımı, soyadımı deftere yazdı. Daha sonra avans alacaklara avanslarını dağıttı. Ben yeymiyemi almak istedim. Kemal ağa:
“Senin yeymiyen yedi buçuk lira. Aha sana beş lira. Nasıl olsa yarin de geleciyin, iki buçuğu kalsın.” dedi. Hiç sesimi çıkarmadan beş lirayı aldım. Ömer on liraya çalışıyordu. Ne de olsa o benden büyüktü. Şehre gelmek için yola çıkmak üzereydik ki, bir traktör geldi. Traktörün sürücüsü:
-Gelin, şu moturu yükleyin, bedavıya götörüyüm sizi.” dedi. Ben bir an evvel eve gitmek istiyordum. Tuğla yükleyecek halim yoktu. Ömer:
“Gel lan, niye para verek, on dakkada biter. dedi.
Ömer’e uymak zorundaydım. Yalnız gelemezdim. Dört beş kişi traktörü yüklemeye başlamışlardı bile. Biz de gittik. Fazla sürmedi. Ama epey toz yemiştik. Traktör yüklenip bittikten sonra tuğlaların üzerine bindik ve akşam ezanından sonra şehre indik. Zor yürüyordum. Ömer’e:
“Ben yarin gelmiyom.” dedim.